Sayfalar

25 Haziran 2011 Cumartesi

L’equip Petit: küçük ama büyük takım...:)

Bir sezonda 271 gol yiyip tek gollerini son maçlarında bulabilen bir takımın hikayesini anlatan kısa bir film...

Muhteşem olan bu çocukların hala mutlu olabilmesi.....:)

16 Mayıs 2011 Pazartesi

My Team Lotus! :)


Her sporseverin  hayali tuttuğu takımın veya tutkuyla takip ettiği sporun içinde bir şekilde yer almaktır herhalde. Ben 23 yaşımda olmama rağmen hayatımda bir çok kez bu şansa sahip oldum. Ancak hiçbiri bu haftasonu yaşadığım deneyim kadar muhteşem olamaz. F1 Türkiye Grand Prix’sini üç gün boyunca Team Lotus’un içinden izledim. Pilotlarla aynı yerde yemek yedim, takım garajında  mühendislerin heyecanını birlikte yaşadım, Mike Gascoyone ile pilotların telsiz konuşmalarını dinleyerek yarışı takip ettim.

Yaşadıklarımı anlatmadan önce bu şansa nasıl ulaştığımı anlatmak istiyorum. Bir arkadaşımın Twitter’dan gönderdiği link ile Team Lotus’un her yarış bir taraftarı seçip, yarış haftasonunu bir taraftarın gözünden göstermek istediklerini öğrendim.  Bir takımın içinde bulunabilme ihtimali bile beni heyecanlındarmaya yetmişti ve hiç seçilme beklentim olmasa da spora ve F1’e olan tutkumu anlatan bir mail attım. Spark olmam kesinleştiğinde her ne kadar dünyanın en mutlu insanı olsam da inanılmaz gerginleşmiştim.  Çünkü tüm haftasonu boyunca tanımadığım insanlarla, tanımadığım bir dünyada yalnız olacaktım ve Formula 1 dünyası dışarıdan her ne kadar güzel ve büyüleyici gözükse de aynı zamanda korkutucuydu.

Cuma sabahı takımın otelinde takımın online editörü Steven’la buluştuğumda ise tüm gerginliğim biraz da olsa azalmıştı, yapmam ve yapmamam gereken şeyleri anlatmış ve rahat olmam gerektiğini söylemişti. Daha sonra ise takımdan bazı insanlarla tanışıp (Mike Gascyone de bunlardan biri ve görünce sadece dilim tutuldu çünkü sabahın bir köründe otelin önünde karşılaşmayı beklemiyordum J) pazarlama ekibiyle piste doğru yola çıktık. Lotus motorhome’unda tüm hospitality area’ya hakim yerime yerleştim. Üç gün boyunca yapmam gereken sadece etrafta olup biteni, bana ilginç gelen şeyleri taraftara Twitter yoluyla göstermek ve oranın keyfini çıkarmaktı.

Yerime yerleştikten sonra motorhome’u, tırları ve garajı gezdim, bir F1 takımının yaşadığı ortamı gördüm. Motorhome’umuz (çoğu takıma göre geçekten çok küçüktü ama bize yetiyordu J) iki kattan oluşuyordu, İlk katta pilotların dinlendikleri odalar vardı ve onlar beni şoka uğrattı çünkü gerçekten çok çok küçüktüler. Gerçekten bir insan orada nasıl rahatlayabilir ki? Allah kolaylık versin gerçekten pilotlara. J İkinci katta ise hospitality area, yani yemek yenilen, misafirlerin ağırlandığı yer vardı. Motorhome’un karşısında ofislerin bulunduğu tırlar vardı, ancak benim pazarlama ofisi dışında, onlara girmem yasaktı çünkü oradakiler yoğun insanlardı. J Dolayısıyla tırlar beni çok ilgilendirmiyordu haftasonu boyunca. Tırların hemen önünde ise Kovalainen ve Trulli’nin sizi kapıda karşıladığı garaj bulunuyordu. Her şeyin olup bittiği yer yani.

Padok turu bittikten sonra cuma gününün ilk antreman seansı başladı. Bu seansta Jarno Trulli ve Karun Chandok piste çıkacaktı ve benim de ilk deneyimim başlamış olacaktı. Araçların arkasındaki yerime geçtim ve takım telsizini kulağıma taktım, ben hazırdım ve haftasonu resmen başlamıştı.

Aslında üç gün boyunca tek tek tüm ayrıntılarıyla yaşadıklarımı anlatmak da istemiyorum. (Bunu zaten Twitter’da yapmıştım, takip etseydiniz!! J) Antremanlarda, sıralamalarda ve yarış sırasında garajda çalışanların heyecanını izledim, sizin TV’den izlerken duyamadıklarınızı (ki bu beni hayal kırıklığına uğrattı, ben Gascyone’den “Jarno, Heikki senden daha hızlı, bunu onaylıyor musun?” tarzı heyecanlı cümleler beklerken daha çok mavi bayrak kelimelerini duydum J) dinledim ve pilotların arabanın dışında yaşadıklarını gördüm. Herhalde başka hiçbir zaman sıralama turlarını Jarno Trulli’nin yanında izleyemem (İlk seansta elendikten sonra hospitality area’da yanında izledim, değişikti tabii J) veya yarıştan sadece beş-on dakika önce Heikki Kovalainen’le garaj da karşılaşıp gülümseşemeyiz.

Şuna değinmek istiyorum, orada ilk tanıştığım insanlardan biri Heikki Kovalainen’di ve takım içinde kesinlikle en sevdiklerimden biri oldu. Belki biraz önyargılı bir şey olacak ancak bir Fin’in bu kadar güleryüzlü olması beni şaşırtmadı değil. (Şunu da belirtmek istiyorum ki normalde sokakta görsem heyecanlanıp, yanına koşup fotoğraf çetireceğim insanlarla aynı mekanda olmak gerçekten garip duygu ve tanıştığınız zaman heyecanlanmıyorsunuz.)

Tüm haftasonuna baktığım zaman gerçekten hayatımda yaşadığım ve yaşayabileceğim en güzel deneyimlerden birini yaşadım. Sadece taraftarı olduğum bir sporun azıcık da olsa içine girme şansını elde ettim. Düşündüğümden çok daha farklı ama kesinlikle daha sıcak bir ortam vardı.

Steven’ın bana ilk buluştuğumuzda verdiği rehberde “Unutma ki hiçbir takım Team Lotus kadar açık ve sıcakkanlı değil” yazıyordu. Bunu o zaman okuduğumda gülmüştüm ancak, şimdi söyleyebilirim ki doğru söylemiş. J
Son olarak ben buraya geldiğimde gerçekten bir Team Lotus taraftarı değildim, sadece sempati duyuyordum ancak takımın içinde geçirdiğim üç günün sonunda kesinlikle Team Lotus taraftarına dönüştüm, bundan sonra tüm sezon boyunca yapabileceklerinin en iyisini yapmalarını diliiyorum çünkü tüm takım olarak bunu hakediyorlar.

15 Mayıs 2011 Pazar

My Team Lotus! :)



I suppose, except to be audience to take part in the sport is a dream of every sport lover. Though I am 23 years old, I had that chance so many times in my life. However, none of them can be as great as like this weekend. During the race weekend of Turkish Grand Prix, I have been at paddock with Team Lotus.


Before I tell you the experience, I want to tell how I get that chance. I saw the announcement about Spark at the Team Lotus website and even the dream of being at garage of F1 team is unbelieviable. I sent an e-mail without hope and I told my sport and F1 love. I become really nervous as I was happy when they said me “You are Spark!”. Because I would be alone with people that I didn’t know and although the F1 world is looking fascinating, it seems scary too. When I met with online editor Steven at team hotel, my tension has descreased, he explained what I should do an don’t and it didn’t seem horrible as I thought.

Now, I don’t want to tell all the details one by one I live for three days. (I had already done that on Twitter, should follow me!!! J) During the practices, qualifying and race, I watched the engineers’ work, I listened the team radio that you can’t hear while watching the race on TV (actually that’s dissappointed me because I expected to hear from Mike Gascoyne something exciting like  “Jarno, Heikki is faster than you, can you confirm that?” but unfortunately I just heard mostly “blue flag!” J) and observed what the drivers do out of the car. If I won’t work at F1 team, probably, I can’t watch again the qualies next to Jarno Trulli (after the Q1 he watched the qualies at hospitality area) or never encounter with Kovalainen 5-10 minutes before the race. Although it seems very exciting but while you’re living that you feel that’s so natural. J

When I looked back to last weekend, I really lived one of the most magnificient experience in my life. I got the chance to be part of the sport that I’m just a fan. The atmosphere was so different than I had thought but definitely warmer and more positive.

When we first met with Steven at hotel, he gave me a guide about the paddock and weekend. There’s written “remember, no team is as open and friendly as Team Lotus!!” When I read this I just laughed but now I can say he’s certainly right. J

Finally, I wasn’t a real fan of Team Lotus, I just like them but at the end of three days with the team, I become definitely a Team Lotus fan. I wish everything continue as they want at the rest of season because whole the team deserve the best! 

17 Mart 2011 Perşembe

Raketler Büyük Geliyor!

Lionel Messi’yi çocukluğunda bile gören herkes onun dünyanın en iyilerinden biri olacağında hemfikirdi. Aynı şekilde LeBron James lise yıllarında ne kadar büyük bir yıldız olacağını göstermişti. Ancak her başarılı genç sporcunun sonu onlar gibi olmuyor. Fiziksel yetersizlik, altyapı eksikliği, psikolojik etmenler veya en baştan çok abartılmaları nedeniyle bir çok geleceğin yıldızının söndüğünü görüyoruz. Pele, 14 yaşında izlediğinde ‘Benden daha iyi olacak’ dediği Gana asıllı Amerikalı Freddy Adu şimdi 22 yaşında ve Bank Asya 1.Lig takımlarından Çaykur Rizespor’da oynuyor.

Başarısız sporculara bir örnek de beyzbol oyuncusu Billie Beane, 17 yaşındayken büyük bir yıldız olması beklenirken henüz lisenin sonunda performansında düşüş göstermeye başlamış. Bunu yaşadığından 2002 yılında Oakland A takımının genel menajeriyken herkesin yaptığı gibi lise oyuncularını değil 20-22 yaşındaki üniversite oyuncularını transfer etmeyi tercih etmiş ve başarılı da olmuş. Beane’e göre 17-18 yaşında bir oyuncunun performansı, olgunlaştığında nasıl bir performans sergileyeceğini tahmin etmekte yeterli bir ölçüt değildir. Oyuncu genç iken onu değerlindimek için yeterli bilgiye sahip değilsinizdir. Beane bir oyuncunun geleceğini ancak üniversite yıllarında görebileceğimizi düşünüyor.
Aslında Beane’in düşüncesini en çok doğrulayan spor tenis. Belki beyzbol, basketbol, futbol gibi takım sporlarında yıldız adayları kendini geliştiremese bile tamamen kaybolmuyor ancak tenis gibi bireysel bir sporda eksiklerini kapayabilecek takım arkadaşları olmadığı için, yıldız adayı kaybolup gidebilyor.
Parlak junior kariyerine sahip tenisçiler ilerleyen yıllarda neden zirveye çıkamıyorlar?
Değişen junior tenisi planlamaları ve fiziksel gereksinimleri artıran standartlar sonucunda parlak junior kariyerine sahip tenisçilerin beklenenin aksine ilerleyen yaşlarda zirveye çıkamadağını görüyoruz. Tenis sporunun altyapısı sayılabilecek junior klasmanında istisnalar dışında ilk 10’a giren tenisçiler profesyonel tenis kariyerlerinde çok fazla düşüş yaşıyor. Junior seviyesinde Grand Slam kazananların çok azı profesyonel seviyede de GS kazanabiliyor.

Verilere baktığımızda 16 yaşından sonraki iki yıllık dönemin profesyonellik için kırılma noktası olduğu gerçeği çok net bir biçimde ortaya çıkıyor. Yaşanan başarısızlıklar, gençlik sorunları, göçebe hayat bu gençleri zorluyor. Küçük yaşlarda daha kolay kaldırılan baskı, yaş ilerledikçe yaptıkları spor iş haline gelince baskının yükü de ağırlaştırıyor. Bu geçişi iyi sağlayabilenler ise teniste kalıcı olabiliyor.
En büyük kayıp kuşaklardan biri olarak 1998 sezonuna bakabiliriz. O yıl erkekler junior klasmanında ilk 10’a giren tenisçilerden sadece ikisinin profesyonel teniste barınabildiğini görüyoruz. Bunlar; kariyerinde 5 nuaraya kadar yükselen İspanyol Tommy Robredo ile 40 numarayı görmüş ancak belki de kazandığı maçlar veya turnuvalarla değil sadece 2010 Wimbledon’da John Isner’la oynadığı tarihin en uzun maçıyla hatırlanacak olan Fransız Nicolas Mahut. Diğer sekiz ismin ise kariyerlerindeki en yüksek dereceleri 240 ile 1103 arasında değişiyor.

Tenis tarihinin en büyüklerinden Roger Federer’in junior kariyerine baktığımızda 1998 yılında Wimbledon’u kazandığını ve Amerika Açık’ta final oynadığını görüyoruz, ancak buna rağmen ilk 10’a girmeyi başaramamış.
Bir başka büyük tenisçi, bugünün 1 numarası Rafael Nadal’ın junior kariyerinin ise çok kısa olduğunu görüyoruz. 15 yaşında profesyonel olan Rafa Nadal, zaten 17 yaşında Wimbledon’da 3 tura yükselen en genç olarak tarihe geçmişti. Roland Garros’u ise 19 yaşında ilk katılışında kazanmayı başarmıştı. Başarılı olmasının nedeni ise belki de bir anda zirveye çıkmak yerine sürekli gelişimini sürdürmesidir.
Tabiki oyuncu eğer junior seviyesinde başarılıysa ileride başarısız olacak demek değil. Mesela parlak junior kariyerine sahip ve 16 yaş klasmanında 1 numaraya yükselmiş Fransız Gael Monfils ATP dünya sıralamasında da 9 numaraya kadar yükselme başarısı gösterdi ve hala üst seviyede tenis oynamaya devam ediyor. Fransa’nın yeni umudu ise Monfils’e ikizi kadar benzeyen ve onun izinden giden Gianni Mina. Yavaş yavaş profesyonel tura adım atan Mina’nın kariyeri de Monfils’e benzeyecek mi göreceğiz.
Yetenekli yıldız adaylarının kaybolmalarının nedenlerinden biri fiziksel ve teknik gelişim eksikliği olsa da ülkelerinde üzerlerinde oluşturulan baskı da çok büyük etmen. Grand Slam düzenleyen ülkelerin (Avustralya, Fransa, İngiltere ve ABD) GS’lerde sahip olduğu wild card (özel davet) hakkını genç tenisçilerde kullanmaları, biraz başarılı olması halinde sporcunun milli kahraman, ülke tenisinin geleceği olarak lanse edilmeleri onlarda çok büyük baskı ve hatta bazen kendilerini çok büyük görmeleri yüzünden hayalkırıklığı yaratıyorlar. Özellikle Avustralya ve Amerika medyalarının yapıları nedeniyle bu ülkelerde daha çok parlak yıldızlar görüyoruz ancak bir kaç sene içinde aslında büyük birer balon oldukları ortaya çıkıyor.

Peki bir tenisçi kendini teknik nasıl geliştirebilir?
Bir antrenörün oyuncusunun performansını hem taktik hem teknik olarak arttırabilmesi için öncelikle sporcunun yeteneklerini ve eksikliklerini bilmesi gerekir. Geleneksel koçlar, sporcunun yeteneklerini analiz etmek için tüm istatistikleri manuel veya yarı-otomatik programlarla elde ederler. Protracker Tennis, ProZone, Dartfish bunlardan en çok kullanılan sistemler. Bu programların ilk amacı koçlara oyuncunun istatistiki bilgilerini sunmak. Video analiz yöntemleriyle oyuncuların vücut hareketleri, vuruş açıları, vuruşların düştüğü noktalar gibi veriler elde ediyorlar ve bunlar ışığında tekniklerini geliştirmeye çalışıyorlar.

HAWK-EYE (ŞAHİN GÖZÜ)


Mart ayının başında Sony tarafından satın alınan ve artık futbolda da kullanılnası gündemde olan Hawk-Eye sistemi, 2001 yılnda Dr. Paul Hawkins tarafından geliştirildi. Sistem, bilgisayara bağlı saha çevresine yerleştirilmiş 8 kameradan oluşmaktadır. Bilgisayar gerçek zamanda, kameralardan aldığı bilgilerle topun 3 boyutlu trajesini ve hızını hesaplamaktadır. Daha sonra bu görüntü istenen açıdan tekrar oluşturalbilmektedir. Böylece topun saha içine veya dışına çıkıp çıkmadığı daha objektif belirlenebilmektedir. Sistemin hassasiyeti 2-3 mm arasındadır.

Hawk Eye (Şahin Gözü) teknolojisi, profesyonel teniste ise 2006 yılının Mart ayında Miami Masters turnuvasında resmi olarak denenmiştir. Teknoloji US Open 2006'da ilk kez bir Grand Slam turnuvasında yer aldı.

Hawk eye teknolojisinin tenis sporunun içine girmesiyle yeni bir kural da oyuna eklenmiş oldu. Buna göre oyuncular, her sette hakemin kararına karşı üçer kez itiraz (challenge) haklarını kullanarak sonucu hawk-eye teknolojisinin belirlemesini tercih edebilirler. Tribünlerin de görebileceği dev bir ekrana yansıtılan animasyon sonucu oyuncu haklı çıkarsa, itiraz haklı saklı kalır.

Hawk-Eye aynı zamanda tüm vuruşların nereye düştüğünü göstererek tenisçilerin oyunlarını da bize gösteriyor aslında.

PointTracker (IBM)


IBM tarafından yaratılan PointTracker sistemi, Grand Slam turnuvalarında kullanılmaya başlanan ve her vuruşu 3 boyutlu olarak gösterebilen bir sistem. Bu sistem sayesinde oyuncular kendi vuruşlarının veya rakibin vuruşlarının düştüğü noktayı inceleyebiliyorlar. Ayrıca maçta alınan tüm puanlar, forehand winner, backhand winner, forehand basit hatası, backhand basit hatası veya ace olarak sınıflandırılıyor. Bunun yanı sıra PointTracker sistemi; sevis, return, winner hızlarını da ölçüyor. Bu sistemi artık çoğu turnuva uygulerken bilgisayarla veya cep telefonuyla da sistemi kullanmak mümkün.

Beril Kefeli