Sayfalar

28 Aralık 2010 Salı

Türkiye'de Spor Müzeleri

Müzecilik kavramı yeni gelişmekte olan Türkiye'de spor kulüplerinin müzelerinin de oldukça az bir tarihi var. 2001 yılında İnönü Stadı'ndaki Kartal Yuvası'nın hemen yanında açılan BJK Müzesi Türkiye'deki ilk özel spor müzesi özelliğini taşıyor. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün aldığı kupalar, şiltler ve kulüple ilgili belgeler ise 2005 yılına kadar kulüp binasında saklanmaktaydı. Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın yenilenmesiyle birlikte bu kupa ve belgelerin stadın içinde yer alan bir müzede sergilenmesine karar verildi. Galatasaray Müzesi ise ilk kez 1915 yılında Ali Sami Yen tarafından Kalamış'taki kulüp binasında açılmış ancak savaş sırasında Galatasaray Lisesi'ne taşınmış. Uzun yıllar sadece 1 gün (çarşamba günü) halka açık olan müze, 2009 yılının aralık ayında Galatasaray Üniversitesi Kültür ve Sanat Merkezi adıyla hizmet vermeye başladı. Kazanılan kupaların küçük bir kısmının sergilendiği ve tarihinin anlatıldığı bu müze dışında yakında hizmete girecek Türk Telekom Arena içerisinde de bir müze olması planlanıyor. Henüz gezmemiş olsam da Trabzonspor'un da bir müzesi bulunuyor ve en kapsamlı internet sitesine sahip olan müze de onlara ait. Müzede neler olduğunu internet sitesinden görebilmeniz mümkün. (Diğer kulüplerinde müzeleri mevcut ancak bu kulüpler kadar zengin bir içeriğe sahip değil.)

Bu spor müzelerinin spor kulüplerine kazandırdığı şey prestijden çok daha fazlası olabilir aslında.. Müzede size tarih öğretiliyor ancak gösterilen tarih sadece başarılardan oluşuyor. Kaybedilen maçlar, kazanılamayan kupaları veya rakibin başarılarını bu müzelerde göremezsiniz. Fenerbahçe Müzesi'nde Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıktığınız söylenir ama kime kaybettiğiniz veya gruplarda 0 puan aldığınız söylenmez. Beşiktaş'ın müzesinde Liverpool'a dair bir şey bulmayı da beklemeyin veya Galatasay'ın müzesinde 6-0'lık Fenerbahçe mağlubiyetiylle ilgili. Dolayısıyla müzeyi gezen bir taraftar ister istemez takımıyla sadece gurur duyar, çıktığında "En büyük biziz!" demesi çok normal bir davranıştır. ve beyninde oluşan bu olumlu duygularla müzeden çıkıp spor kulübünün resmi mağazasına girdiğinde bir ürün alma olasılığı da daha fazladır.

Müzeler başarılı tarihi gösterip taraftarın duygularını yüceltir dedik. Takım ne durumda olursa olsun müzeyi gezdiği an, eğer başarısızsa bugünü unutur çünkü tarihi muhteşemdir, tarihi başarılarla doludur. Kulüplerde son yıllarda belki bunun farkına vardı ve nostalji formalar satmaya başladı. Örneğin; GS Store'da en çok satılan ürünlerden biri Metin Oktay forması. Bunun nedeni, bugünün takımından memnun olmayan taraftar Metin Oktay'ın formasını alır çünkü o, başarının sembolüdür. Onun formasını giyen taraftar sadece bugünkü takıma değil, Galatasaray'ın tarihine olan bağlılığını gösterir aslında.

Peki Türkiye'deki kulüpler müzelerini gerçekten kullanabiliyorlar mı? Bence hayır. Dünyadan bir örnekle anlatmak istiyorum nedenini. Anlatacağım örnek Barcelona; belki dünyanın en büyük kulübü, Fenerbahçe'yi, Glatasaray'ı, Beşiktaş'ı onla kıyaslamak saçma diyebilirsiniz ancak eğer 'biz dünya kulübüyüz' diyorsa bu takımlar, onu örnek almalı her alanda. Barcelona'ya dönersek; Barcelona Kulübü 19€ karşılığında müze ve stad turunun içinde olduğu Camp Nou Deneyimi sunuyor taraftarlarına. Bu turu 13 maddede açıklamışlar: müzeyle başlayan staddaki tüm mekanları gezen tur Barcelona'nın resmi mağazası FCBotiga'da noktalanıyor. Yani kısaca bu deneyimin bedeli 19€ değildir diyorlar. Böyle bir deneyimi yaşayan ziyaretçileri direk mağazasına yönlendiriyor. Peki biz de müzeyi kaç kişi geziyor ki, mağazaya giip bir de alışveriş yapsın? Bu sayının bilindiğini pek zannetmiyorum çünkü müzelerde yetkili bir kişiye rastlamadım, adeta müzeler terk edilmiş mekanlar olmuş öylece duruyor. Belki yolu geçen birileri uğruyor. Mesela 4 yıldır Fenerbahçe kombinesi olan bir tanıdığım müzenin stadın içinde olduğunu benden öğrendi. Oysa ki; Barcelona Kulübü veya Avrupa'daki bir çok kulübün yaptığı gibi stad ve müze turu yapsalar, bununla biraz ilgilenseler çok daha fazla kişiye ulaşacaklarını düşünüyorum.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Barça Toons :)



Barcelona kulübü Noel'i her zamanki gibi bu videoyla kutlamış. Barça Toons'u izleyen çocuk başka takım tutar mı peki? Ben tutmazdım. :)

Bu arada Barcelona'nın sadece çocuklar için bir sitesi var:  http://www.fcbjunior.cat/web/FCBJunior/castellano/

“Parlayın, ülkenizi aydınlatın!”

Her ülkenin başarılı olduğu bir spor vardır; futbol, basketbol, tenis, hokey, rugby vs. hepsini bir ülkeyle bağdaştırabiliriz. Ancak İspanya hangi sporda en başarılı sorusunun cevabı oldukça zor çünkü İspanya sadece futbol ülkesi, basketbol ülkesi değil; İspanya bir spor ülkesi. Özellikle 1992 Barcelona Olimpiyatlarından sonra başlayan çıkışlarıyla şu anda her sporda çok başarılı sporcularını ve takımlarını görebilmemiz mümkün.

o   Ricky Rubio; Euroleague şampiyonu
o   Gisela Pulido; kite surf dünya şampiyonu
o   Nuria Fernandez; 1500 metrede altın madalya
o   Atletico Madrid; Europa Lig ve Süper Kupa şampiyonu
o   Judo ve atılıcılıkta Avrupa şampiyonlukları
o   Juan Carlos Navarro; Euroleague’in MVP’si
o   Ayrıca Avrupa’da yelkencilik, tekvando, 50 metre kelebek alanlarında altın madalyalar
o   Erkeklerde hokey ve kadınlarda rugby’de Avrupa şampiyonluğu
o   Dakar, motorsiklet ve otomobil sporlarında şampiyonluklar
o   Carles Puyol, Sergio Ramos, Gerard Piqué, Fernando Torres, Sergio Busquets, Cesc Fabregas, Andres Iniesta…..Futbolda dünya şampiyonları
o   Pau Gasol; NBA üst üste ikinci şampiyonluk
o   Rafael Nadal; Roland Garros, Amerika Açık ve Wimbledon şampiyonu
…...ve çok daha fazlası İspanyol takım ve sporcularının son bir yılda kazandığı başarılar. (ve bunlar sadece şampiyonluklar!)




Nike’ın yeni reklam kampanyasında tenisin 1 numarası Rafael Nadal, Barcelona ve İspanya Milli Takımı’nın yıldızı Andres Iniesta ve NBA’in son şampiyonu LA Lakers’lı Pau Gasol bunlara dikkat çekiyor ve çalışma ve çaba gibi değerlerin, bir sporcunun DNA’sında bulunduğunu hatırlatıyorlar. Belki son dönemlerde Alberto Contador ve Marta Dominguez’le ilgili ortaya atılan doping iddialarından sonra İspanyol sporuna karşı şüphe duyanlara cevap veriyorlar ve çağrıda bulunuyorlar: “Çalışın ve güçlü olun!”, “Tevazu ve saygı ile”, “Karanlığa karşı savaşın, ışığı kaybettiğimizi söyküyorlar.”, “Parlayın, ülkenizi aydınlatın!”

20 Aralık 2010 Pazartesi

Son günlerde sporun sadece spor olmadığını, politikanın bu işin içine ne kadar girdiğini gösteren iki benzer olay okudum ve ikisi de çok önemli sponsorluk sözleşmeleriyle ilgili. Bir çok şirket gibi Türk Havayolları da tanıtımı için en çok kitleye ulaşacağına inandığı spor alanında sponsorluk anlaşmaları yapıyor. Önce geçen yıl Barcelona ve Manchester United gibi futbolun en büyük iki takımıyla anlaştı, bu yıl ise Avrupa basketbolunun en önemli organizasyonu Euroleague'e ismini verdi. Son haftalarda ise sporun zirvesindeki isimlerle yaptıkları anlaşmaları duyurmaya başladı: basketbolun yaşayan efsanesi Kobe Bryant ve kadın tenisinin 1 numarası genç Danimarkalı Caroline Wozniacki. Kobe Bryant'la yapılan anlaşmaya kadar hiçbir sorun yoktu, insanlar için en fazla reklamlarında kullanılan jingle'ın ağızlara fazla takılması problemdi. Ancak Kobe'nin bir Türk şirketinin yüzü olması Los Angeles'ta yaşayan Ermenileri ayaklandırdı. Ermeni Gençlik Federasyonu'nun internet sitesinde "Kobe Bryant bu anlaşmayla haksızlığın ve zalimliğin yüzü oldu!" ve "Kobe Bryant'ın zalimliğe direk uçuşu!" gibi ifadeler kullanıldı. LA Lakers-Toronto Raptors maçı öncesi Toronto'da yaşayan bir grup Ermeni protesto gösterilerinde bulundu. Kuzey Amerika'daki Ermeni diasporası da Kobe Bryant'ın Türk Havayolları'yla olan anlaşmasını engellemek için yoğun bir internet ve medya kampanyası başlattı. Kobe Bryant ise hala bu eleştirilerle ilgili bir açıklama yapmadı.

İkinci olay ise bu kez Barcelona kulübüyle ve Katar Vakfı arasında yapılan sponsorluk anlaşmasıyla ilgili. 111 yıllık tarihinde formasına para karşılığında reklam almayan Barcelona bu anlaşmayla birlikte bir çok eleştiri almıştı; taraftarlar, eski futbolcular, eski yöneticiler vs. gelenekleri yıkıldığı için isyan etmişti. Ancak gelen son eleştiri biraz daha farklı. Daha doğrusu bu sefer ki bir eleştiri değil Ermeniler'in Kobe Bryant'a yaptığı gibi anlaşmanın olmaması için bir baskı. Bu baskıyı yapan ise İsrail Hükümeti. İsrail'in günlük gazetelerinden Ma'ariv'e göre; İsrail Hükümeti, Barcelona'nın Katar Vakfı ile yapılan 165 milyon euro'luk annlaşmasını rafa kaldırması için kulüpşe görüşmeye başlamış. İsrail Hükümeti'nin gerekçesi ise Katar Vakfı'nın Hamas'a kaynak sağladığını iddia etmesi. 

19 Aralık 2010 Pazar

Türkiye'nin Erzurum Kiremittepe'deki ilk atlama kulesi, FIS Continental Kupası Kayakla Atlama Yarışları'yla Türkiye'de düzenlenen ilk resmi yarışa sahne oldu. Yarışların ilk gününde birinciliği, Finlandiyalı Anssi Koıvuranta ile Avusturyalı Stefan Thurnbichler paylaşırken, üçüncülükte yine bir Avusturyalı Mario Innauer'e gitti.. Türkiye'yi temsil eden milli sporcu Faik Yüksel 52 sporcu arasında 62 puanla, 50. sırada yer aldı.

Yarışmadan sonra açıklama yapan sporcular, Kayakla atlama tesisine övgüler yağdırıken, seyircilerin ilgisinden de duydukları memnuniyeti dile getirdi. 


Şu anda Türkiye Kayak Federasyonu'nda kayıtlı 4 kayakla atlama sporcusu bulunuyor. 1986 doğumlu Barış Demirci 2006'da Fransa'da bu spora başlayarak Türk kayakla atlama tarihindeki ilk sporcu oldu. Onun dışındaki sporcular ise çok daha genç. Erzurum'daki atlama kulesinin açılışında yaptığı ilk atlayışında kaza geçirerek 'adını duyuran' 17 yaşındaki Samet Karta, Continental Cup'ta yarışan 15 yaşındaki Faik Yüksel ve en küçükleri sadece 13 yaşında olan Muhammed İrfan Çintımar.



Uluslararası Kayak Federasyonu Koordinatörü Horts Tielman ise Türkiye’de Kayakla Atlama yarışmasının ilk kez yapıldığına dikkat çekerek, “Burada çok iyi bir iş çıkıyor. Bu bir deneyimdir. İlk kez düzenlenmesine rağmen olağanüstü bir ekip çalışması var. Türkiye’yi çok istekli gördük” dedi. Umarım ki bu istek bu spora olan ilgiyi ve Türkiye'deki sporcu sayısını arttırır.

Fotoğraflar: Erzurum 2011 Universiade resmi sitesi

30 Kasım 2010 Salı

Konser değil tenis maçı!

107183183, Getty Images /Getty Images Sport
ATP Dünya Turu Finalleri dün akşam Federer'in zaferiyle sona erdi. Geçen sene Londra'da yapılmaya başlayan finaller 2012 yılına kadar da burada yapılacak. Burada dikkat çekmek istediğim şey finallerin yapıldığı yer: O2 Arena! Dünyanın en büyük eğlence komplekslerinden biri O2 Arena. 23.000 kapasiteli bu mekan her yıl dünyanın en önemli şanatçılarının konserlerine, bir çok tiyatroya, gösteriye evsahipliği yaparken spor organizasyonuna da sahne oluyor. Örneğin; daha önce NBA ve NHL takımları burada gösteri maçları yaptı, 2012'de Londra Olimpiyatları sırasında jimnastik yarışmaları yapılacak. İşte tenisin en iyi sekiz ismi de dört yıl boyunca burada karşılaşacak. Normalde konser ve gösteri salonu olarak kullanılan bu mekanda tenis maçları kullanılan ses ve ışık efektleriyle maçtan çok konsere benziyordu.

Rafawtfsmoke
                                                        sislerin arasından çıkan rafael nadal

Tribünlerde de bir çok ünlü isim vardı. Tabii en unutulmayacak kişi bütün hafta neredeyse tüm maçları izleyen futbolun efsanesi Diego Maradona'ydı.

107182697, Getty Images /Getty Images Sport

Londra'da bu görüntüleri hayranlıkla izlerken; gelecek yıldan itibaren üç yıl İstanbul Sinan Erdem Spor Salonu'nda yapılacak WTA Championship'i, yani kadınlar tenisinin en iyi sekiz ismini kaç kişi izleyecek diye merak ettim.

29 Kasım 2010 Pazartesi

El Clasico'nun galibi Federer!

ATP  sezonu, tenisin 'el clasico'suyla Nadal-Federer maçıyla son buldu. Önce Roland Garros sonra Wimbledon ve US Open'da herkes bu finali bekledi ama Federer buna bir türlü izin vermemişti. Nihayet sezonun son maçında buluştular ve tenisin en büyük rekabetlerinden birini bize bir kez daha izletme zevki yaşattılar. Yarı finaldeki Nadal-Murray maçı kadar güzel ve çekişmeli bir maç olmasa da Federer çok iyi bir oyunla, dünyanın 1 numarasını devirerek sezonu şampiyon bitirmeyi başardı.
İki tenisçinin sezon durumlarına bakarsak; Federer'in en kötü Nadal'ınsa en iyi sezonu bu finalle noktaladıklarını söyleyebiliriz. 



Sezon sonu turnuvasını Federer kazanmasına rağmen 2010 yılının kesinlikle Nadal'ın yılıydı. Sezonu 3 Grand Slam (Roland Garros, Wimbledon, US Open), 3 Masters turnuvası (Madrid, Roma, Monte Carlo) ve Tokyo şampiyonluklarını kazanarak 1 numarada tamamladı. Üstelik kariyerinin zirvesine 2009 yılında yaşadığı fiziksel ve psikolojik düşüşün ve 'artık eskisi gibi olamaz' yorumlarının ardından ulaştı. Önce Monte Carlo, Roma, Madrid ve Roland Garros'u yani toprak zemindeki 4 büyük turnuvayı kazanarak 'toprak slam' yaptı.  Madrid'de Federer'i yenerken Pete Sampras'tan en çok Masters şampiyonluğu rekorunu da aldı. (Federer kazansa rekoru o kıraacaktı.) Sonra asla kazanamaz dedikleri dönemde US Open'ı kazanarak 'kariyer grand slam' yaptı ve bunu en genç başaran tenisçi oldu.

Federer'in Avustralya Açık'ı kazandıktan sonra başlayan düşüşünü formsuzluk, sakatlık veya yaşlılığa bağlayabiliriz. Bu sezon önce 1 numarayı Nadal'a, sonra da 2 numarayı Djokovic'e vererek Kasım 2003'ten beri ilk kez 3 numaraya geriledi. Evet belki bu tabloya tenisi takip etmeyen biri baktığında 'bu mu başarısızlık?' diyebilir ama Federer'i tanıyanlar onun büyük kayıp olduğunu bilir. Efsane olmak bu yüzden kolay değil!

Sonuç olarak kötü sezonu şampiyonlukla tamamlayarak moral kazanan Federer ve diğer tenisçiler arasında yine Federer'le birlikte en formda olduğunu gösteren Nadal, Avustralya Açık'ta favori olduklarını gösterdiler.

Son olarak; dün gece hem benim, hem de Rafael için mutsuz bitmiş olsa da ekselanslarına saygımızı sunuyor ve heyecanla Avustralya Açık'ı bekliyoruz! :)

21 Kasım 2010 Pazar

Şampiyon her zaman haklıdır!

Formula 1'de 2010 sezonu Red Bull ve Sebastian Vettel'in şampiyonluğuyla noktalandı. Sene boyunca hiçbir takım Red Bull'un hızına yetişemese de teknik sorunlar ve takım içi rekabet nedeniyle şampiyonluğa kolay ulaşamadılar. Tarihte ilk kez son haftaya dört şampiyon adayıyla girilirken Vettel hiç beklemediği kadar kolay bir galibiyetle Abu Dabi GP'yi kazanırken, Alonso'nun ve Webber'in strateji hatalarıyla şampiyon oldu. Sıralama turlarına kadar herkes, Vettel'in gerekmesi halinde şampiyonada çok daha avantajlı bir durumda olan takım arkadaşı Webber'e yol verip vermeyeceğini tartışırken, bu tartışmalar sıralama turlarında Vettel'in pole pozisyonunu alması ve Webber'in 5. sırada kalmasıyla anlamsız hale geldi. Bu sefer de çoğu insan zaten son yarışa Vettel'in 15 puan önünde lider olarak gelen ve yarışa 3. sırada başlayacak Fernando Alonso'nun çok rahat bir şekilde şampiyon olacağını söylüyordu. Ancak yarışta işler tahmin edildiği gibi gitmedi, Ferrari takımı yanlış bir strateji uyguladı ve belki de sezonun en kötü pilotu olan Vitaly Petrov'un en iyi yarışını çıkararak tüm yarış Alonso'yu arkasında tutmasıyla Vettel şampiyonluğa ulaştı.

Genel olarak sezona bakarsak çok çekişmeli bir sezon yaşandı ve bununla birlikte bir çok da tartışma yaşandı. Ancak Formula 1'de bu senenin en önemli iki tartışma konusunun Ferrari'deki takım emri ve Red Bull'un takım içi eşitliği savunması olması ise oldukça ironikti.
Almanya Grand Prix'sinde Felipe Massa birinci, Fernando Alonso ikinci sırada yarışa devam ederken Ferrari takımından Massa'ya efsanevi şu mesaj geldi: “OK, so, Fernando is faster than you. Can you confirm you understood that message?” Ve bundan iki tur sonra Massa mesajı anlamış olacak ki, Alonso yavaşlayan Massa'yı kolayca geçti. Tüm F1 ahalisi ayaklandı; yasak olmasına rağmen Ferrari nasıl takım emri vermişti, üstelik şampiyonluk şansı olan Massa'yı ikinci plana atılmış ve Alonso'nun takım içi birinciliği ilan edilmişti.. Sonuç olarak FIA komik bir ceza verdi ve konu şampiyonanın heyecanıyla bir süre sonra unutulup gitti.

Yaşanan ikinci tartışma ise, tüm sezon boyunca 'şampiyonluk şansları sürdükçe iki pilota da eşit davranacağız' diyen Red Bull takım patronu Christian Horner'dı. Türkiye GP'sinde yaşanan Vettel-Webber kazasıyla başlayan, İngiltere'de Webber'in yeni ön kanadının Vettel'e verilmesiyle alevlenen tartışma son yarışa kadar devam etti. Dışarıdan eşit davrandıklarını iddia etseler de takımı, genç Alman'ı kayırmakla eleştiriyorlardı. İnsanların istediği, Vettel'i geri plana atıp şampiyonada önde bulunan Webber'e açık bir şekilde destek olunmasıydı. Yani Ferrari'nin Massa'ya yaptığını çünkü tek bir pilota konsantre olununca onun şampiyon olacağına inanılıyordu. Ne Red Bull takımı ne de Christian Horner bu eleştirilere aldırmadı ve Vettel'e desteklerini azaltmadılar. Bunun karşılığını da son yarışta aldılar. Ya eleştirileri dikkate alıp Vettel'i ikinci plana atsalardı ve Webber de şampiyon olamasaydı, Vettel'e yazık olmayacak mıydı. Sonuç olarak aldıkları kararlarda haklı olduklarını gösterdiler hem üreticiler hem de sürücüler şampiyonu olarak.

Sezonun özeti



 
Ve şampiyonun gözyaşları...






.

20 Kasım 2010 Cumartesi

"İstinye Park yasaklansın!!!"

Yaşasın! Melih Şendil, üç büyüklerin sorununu bulmuş, futbolcuların İstinye Park'a gitmesi yasaklanırsa her şey düzelecekmiş. Evet İSTİNYE PARK, yani bir alışveriş merkezi, dünya kulübü dediğimiz takımların en büyük sorunuymuş meğer.

"İstanbul takımlarından hangi futbolcu özel antrenmana kalıyor artık.. İdmandan çıkan soluğu İstinye Park’ta alıyor son model arabasıyla.. Magazin basını orada hazır kıta bekliyor zaten.. Doldur poşetleri, göster yeni yıkanmış son model arabanı, tak koluna sevgilini, ertesi gün boy boy gazetelerdesin.. Oh ne güzel dünya.. Sizin hiç mi bir yeriniz ağrımaz, hiç mi masaj yaptırmazsınız, hiç mi evde dinlenmezsiniz?.. Otur bir kafeteryaya, saatlerce kahve iç, gizli gizli de sigara tüttür.. Sonra haftasonu seyircin seni ıslıklasın.. Tek bir teşhis bu olamaz ama, çok sevgili gazeteci dostum Bülent Timurlenk ile konuştuk bu konuyu.. Ben başkan olsam, futbolcuma yasaklarım İstinye Park’ı.. Yeter derim.. Ne işiniz var magazin basınında.. Bu kadar şımarıklık olur mu?.. " Bunu yazmış Melih Şendil. 'Zeki, çevik, ahlaklı sporcu' kavramının geçerli olmadığı dünyada, bunu söyleyen ise 321 milyon dolar gibi inanılmaz bir para vererek ligin yayın hakkını alan kuruluşun en önemli çalışanlarından biri.

Dünyada milyar dolarlık bir endüstri haline gelen spor artık sadece spor ya da eğlence değil. Artık en önemli unsur para; sporcular, takımlar, medya, bu endüstride çalışan herkes nasıl daha fazla para kazanacağını düşünüyor. Bunun için de sporcular ikon olmak zorunda, çok iyi olmasa bile kendini pazarlamalı ki para kazansın ve kazandırsın. Taraftarlar onun ürünlerini alsın, onun için maça gitsin, onun için Lig Tv üyesi olsun vs. Lig TV de yayın hakkına 321 milyon dolar verirken bunu düşünyordu elbette. Bunu kazanmasının yolu da sadece iyi takımlar değil, takımlardaki ikon oyuncular olduğunu bilmesi lazım. Güzel bir örnek var şu anda bu konuyla ilgili; NBA TV ilk kez Türkiye Ligi'nden bir maç yayınlayacak: Beşiktaş Cola Turka-Fenerbahçe Ülker. Bu maçı yayınlamasının nedeni Fenerbahçe'nin iyi oynaması, Euroleauge'de başarılı olması vs. değil, NBA'de takım bulamayıp Türkiye'ye gelen Allen Iverson. Adamlar sadece Iverson için para ödüyor, Beşiktaş'ın da istediği buydu zaten onu getirirken.

Peki Lig TV'nin parayı kazanacağı yer 3 büyüklerin taraftarı. Ligin şu an 3. sırasında bulunan Kayserispor şehrinde taraftar ne maça gidiyor ne de televizyondan izliyor maçları-Kayseri şehrinde sadece 2 (iki) Lig TV üyeliği bulunuyor. Lig 4.'sü İstanbul Beledeiyespor'un taraftarı bile yok. Para kazanacağın taraftar 3 büyüklerin taraftarı. Onların oyuncularını geziyorlar diye kötülemen sadece taraftarı oyunculardan, takımdan soğutur. Futbolcu izin gününde İstinye Park'a gitmesi yasaklansın ne demek? Antreman yapacağı mı sanılıyor böyle bir yasak konulunca gerçekten. Veya Hagi'nin ve bir çok teknik direktörün yasakladığı gibi gece dışarı çıkması yasaklanınca futbolcu evinde yapacak partisini, evinde içecek sigarasını. Evlerine kamera konsun en garantisi o!

Bunları sokaktaki kompleksli taraftar söyleyebilir ama bir spor gazetecisi söylememeli. Asgari ücretle çalışan insanların araba alması çok daha doğal karşılanıyor bu ülkede. Yılda milyon eurolar kazanan bu adamların ise Ferrari'ye, Aston Martin'e binmeleri, magazin basınına çıkmaları eleştiriliyor. Dünyanın en iyi ligleri denilen İngiltere'de, İspanya'da, İtalya'da futbolcular en büyük magazin malzemesi. Cristiano Ronaldo'nun sarhoş yakalanması onun en iyi oyuncu ödüllerini toplamasına engel olmadı veya Terry'nin eşini takım arkadaşının sevgilisiyle aldatması en iyi savunma oyuncularından biri olduğu gerçeğini değiştirmedi. 'Kötü çocuk' olmak sporda artık kaybettiren değil, kazandıran bir şey. Lig TV'de bunu lehine kullanabilecekken eleştiriyor. Türkiye'de büyük kulüplerin pazarlama stratejisi olmadığını biliyorduk ama 321 milyon dolarlık yatırım yapabilen bir şirketin stratejisi olmaması çok üzücü onlar adına.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yeni 1 numara Wozniacki

Caroline Wozniacki 11 Ekim'de WTA dünya sıralamasında 1 numaraya yükseldi ve kafalarda soru işaretleri oluşturdu. Öncelikle şunu belirteyim, ben kadınlar tenisini izlerken hiç zevk almıyorum çünkü beni heyecanlandıran oyuncu yok, turu domine edebilen isimler yok, büyük rekabetler yok, bir gün iyi oynayan ertesi gün dökülüyor, bir Grand Slam kazanan bir sonraki turnuvada ilk turda eleniyor. Daha geçen hafta 40 yaşına basan Kimiko Date Krumm teyze, 20'lik şampiyon oyuncuları tokatlıyor adeta.
Böyle istikrarsız bir turda Grand Slam kazanamadan Caroline Wozniacki de 1 numara olabiliyor, bir çoklarına göreyse bulunduğu yeri hak etmiyor. Nedeni ise bu sene hiç Grand Slam kazanamadan hatta bu yıl hiç Grand Slam finali göremeden zirveye otuması. Geçtiğimiz dönemlerde Jelena Jankovic ve Dinara Safina'nın maruz kaldığı 'Grand Slam kazanmamış 1 numara olmaz, olsa da rahat bırakmayız' tartışmalarını eminim ki o da yaşayacak. Belki bu yaşadıkları baskıyla hala bir GS kazanabilmiş değiller. Peki ortada belli bir puan sistemi varken ve bu sisteme göre bir yıl boyunca en çok puan toplayan tenisçi 1 numara oluyorken Caro, Dinara, Jelena gibi tenisçiler diğerlerinden daha çok çalıştıkları için onlara saldırmak haksızlık değil mi?


Öncelikle şu an sıralamadaki ilk 5 oyuncunun bu yıl ki performanslarına ve Wozniacki'nin nasıl 1 numaraya yükseldiğine bakalım. 1 numara Caroline Wozniacki katıldığı 21 turnuvada 74 maçın 59'unu kazanırken 7 turnuva şampiyonluğuna ulaşmış. İkinci sıradaki Serena Williams ise sadece 6 (altı) tunuvada oynamış ve haziran ayında Wimbledon'u kazanıp sezonu kapamış. Diğer beş turnuvanın ikisini ocak ayında üçünü mayıs ayında oynamış, yani bu seneyi sakatlığı nedeniyle kapadığına göre 1 sene boyunca sadece 2.5 ay tenis oynamış olacak. 3 numaradaki Vera Zvonereva da tenis oynayan tenisçilerden, kendisi 18 turnuvaya katılmış. İlk beşin son iki ismi Venus Williams 9 ve Kim Clijsters da 10 turnuvaya katılmış. Bu tabloya baktığım zaman 2.5 ay tenis oynayan, yılın büyük bölümünü ise sakat ayağıyla partilere katılarak geçiren Serena Williams'ın ikinci sırada olması bence daha büyük bir tartışma konusu. WTA turdaki tenisçilerin istikrarsızlığını tartışmak gerekiyor.

Tekrar 20 yaşındaki Danimarkalı'ya dönersek tüm yıl boyunca durmadan çalıştı, puan peşinde turnuva turnuva dolaştı, kendi sınırlarını zorladı ve ülkesinin tenisteki en başarılı ismi oldu, üstelik önünde daha tenis oynayabileceği çok uzun yıllar var. Bu yıl kendini çok fazla zorladı ve belki gelecek sene bu yorgunluk onu olumsuzluk etkileyecek, 1 numaradan düşecek ama onun yerine gelecek kişi de ondan büyük şampiyon olmayacak benim gözümde. Çünkü 20 yaşındaki genç bir tenisçi çalışması, emeği, isteği, hırsıyla kendisine karşı bir savaşı kazanarak bu spora başlarken koyduğu hedeflerden birisine ulaştı.